Suresi.com.tr

Ana sayfa » » Necm Suresi

Necm Suresi

Necm Suresi, Mekke döneminde inmiştir. 62 âyettir. Sûre, adını ilk âyetin başındaki “en-Necm” kelimesinden almıştır. Necm, yıldız demektir. Sûrede başlıca, Kur’an’ın vahiy eseri olduğu vurgulanmakta, herkesin yaptığının karşılığını göreceği, Allah’ın kudretinin delilleri konu edilmektedir.

İçindekiler

Necm Suresi Arapça Oku

Necm Suresi Arapça yazılı olarak okumak için lütfen sayfayı aşağı kaydırın.

Necm Suresi Arapça 1. Sayfa

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

وَالنَّجْمِ اِذَا هَوٰىۙ١مَا ضَلَّ صَاحِبُكُمْ وَمَا غَوٰىۚ٢وَمَا يَنْطِقُ عَنِ الْهَوٰىۜ٣اِنْ هُوَ اِلَّا وَحْيٌ يُوحٰىۙ٤عَلَّمَهُ شَد۪يدُ الْقُوٰىۙ٥ذُومِرَّةٍۜ فَاسْتَوٰىۙ٦وَهُوَ بِالْاُفُقِ الْاَعْلٰىۜ٧ثُمَّ دَنَا فَتَدَلّٰىۙ٨فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ اَوْ اَدْنٰىۚ٩فَاَوْحٰٓى اِلٰى عَبْدِه۪ مَٓا اَوْحٰىۜ١٠مَا كَذَبَ الْفُؤٰ۬ادُ مَا رَاٰى١١اَفَتُمَارُونَهُ عَلٰى مَا يَرٰى١٢وَلَقَدْ رَاٰهُ نَزْلَةً اُخْرٰىۙ١٣عِنْدَ سِدْرَةِ الْمُنْتَهٰى١٤عِنْدَهَا جَنَّةُ الْمَأْوٰىۜ١٥اِذْ يَغْشَى السِّدْرَةَ مَا يَغْشٰىۙ١٦مَا زَاغَ الْبَصَرُ وَمَا طَغٰى١٧لَقَدْ رَاٰى مِنْ اٰيَاتِ رَبِّهِ الْـكُبْرٰى١٨اَفَرَاَيْتُمُ اللَّاتَ وَالْعُزّٰىۙ١٩وَمَنٰوةَ الثَّالِثَةَ الْاُخْرٰى٢٠اَلَـكُمُ الذَّكَرُ وَلَهُ الْاُنْثٰى٢١تِلْكَ اِذاً قِسْمَةٌ ض۪يزٰى٢٢اِنْ هِيَ اِلَّٓا اَسْمَٓاءٌ سَمَّيْتُمُوهَٓا اَنْتُمْ وَاٰبَٓاؤُ۬كُمْ مَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ بِهَا مِنْ سُلْطَانٍۜ اِنْ يَتَّبِعُونَ اِلَّا الظَّنَّ وَمَا تَهْوَى الْاَنْفُسُۚ وَلَقَدْ جَٓاءَهُمْ مِنْ رَبِّهِمُ الْهُدٰىۜ٢٣اَمْ لِلْاِنْسَانِ مَا تَمَنّٰىۘ٢٤فَلِلّٰهِ الْاٰخِرَةُ وَالْاُو۫لٰى۟٢٥وَكَمْ مِنْ مَلَكٍ فِي السَّمٰوَاتِ لَا تُغْن۪ي شَفَاعَتُهُمْ شَيْـٔاً اِلَّا مِنْ بَعْدِ اَنْ يَأْذَنَ اللّٰهُ لِمَنْ يَشَٓاءُ وَيَرْضٰى٢٦

Necm Suresi Arapça 2. Sayfa

اِنَّ الَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِالْاٰخِرَةِ لَيُسَمُّونَ الْمَلٰٓئِكَةَ تَسْمِيَةَ الْاُنْثٰى٢٧وَمَا لَهُمْ بِه۪ مِنْ عِلْمٍۜ اِنْ يَتَّبِعُونَ اِلَّا الظَّنَّۚ وَاِنَّ الظَّنَّ لَا يُغْن۪ي مِنَ الْحَقِّ شَيْـٔاًۚ٢٨فَاَعْرِضْ عَنْ مَنْ تَوَلّٰى عَنْ ذِكْرِنَا وَلَمْ يُرِدْ اِلَّا الْحَيٰوةَ الدُّنْيَاۜ٢٩ذٰلِكَ مَبْلَغُهُمْ مِنَ الْعِلْمِۜ اِنَّ رَبَّكَ هُوَ اَعْلَمُ بِمَنْ ضَلَّ عَنْ سَب۪يلِه۪ وَهُوَ اَعْلَمُ بِمَنِ اهْتَدٰى٣٠وَلِلّٰهِ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۙ لِيَجْزِيَ الَّذ۪ينَ اَسَٓاؤُ۫ا بِمَا عَمِلُوا وَيَجْزِيَ الَّذ۪ينَ اَحْسَنُوا بِالْحُسْنٰىۚ٣١اَلَّذ۪ينَ يَجْتَنِبُونَ كَـبَٓائِرَ الْاِثْمِ وَالْفَوَاحِشَ اِلَّا اللَّمَمَۜ اِنَّ رَبَّكَ وَاسِعُ الْمَغْفِرَةِۜ هُوَ اَعْلَمُ بِكُمْ اِذْ اَنْشَاَكُمْ مِنَ الْاَرْضِ وَاِذْ اَنْتُمْ اَجِنَّةٌ ف۪ي بُطُونِ اُمَّهَاتِكُمْۚ فَلَا تُزَكُّٓوا اَنْفُسَكُمْۜ هُوَ اَعْلَمُ بِمَنِ اتَّقٰى۟٣٢اَفَرَاَيْتَ الَّذ۪ي تَوَلّٰىۙ٣٣وَاَعْطٰى قَل۪يلاً وَاَكْدٰى٣٤اَعِنْدَهُ عِلْمُ الْغَيْبِ فَهُوَ يَرٰى٣٥اَمْ لَمْ يُنَبَّأْ بِمَا ف۪ي صُحُفِ مُوسٰىۙ٣٦وَاِبْرٰه۪يمَ الَّذ۪ي وَفّٰىۙ٣٧اَلَّا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰىۙ٣٨وَاَنْ لَيْسَ لِلْاِنْسَانِ اِلَّا مَا سَعٰىۙ٣٩وَاَنَّ سَعْيَهُ سَوْفَ يُرٰىۖ٤٠ثُمَّ يُجْزٰيهُ الْجَزَٓاءَ الْاَوْفٰىۙ٤١وَاَنَّ اِلٰى رَبِّكَ الْمُنْتَهٰىۙ٤٢وَاَنَّهُ هُوَ اَضْحَكَ وَاَبْكٰىۙ٤٣وَاَنَّهُ هُوَ اَمَاتَ وَاَحْيَاۙ٤٤

Necm Suresi Arapça 3. Sayfa

وَاَنَّهُ خَلَقَ الزَّوْجَيْنِ الذَّكَرَ وَالْاُنْثٰىۙ٤٥مِنْ نُطْفَةٍ اِذَا تُمْنٰىۖ٤٦وَاَنَّ عَلَيْهِ النَّشْاَةَ الْاُخْرٰىۙ٤٧وَاَنَّهُ هُوَ اَغْنٰى وَاَقْنٰىۙ٤٨وَاَنَّهُ هُوَ رَبُّ الشِّعْرٰىۙ٤٩وَاَنَّـهُٓ اَهْلَكَ عَاداًۨ الْاُو۫لٰىۙ٥٠وَثَمُودَا۬ فَمَٓا اَبْـقٰىۙ٥١وَقَوْمَ نُوحٍ مِنْ قَبْلُۜ اِنَّهُمْ كَانُوا هُمْ اَظْلَمَ وَاَطْغٰىۜ٥٢وَالْمُؤْتَفِكَةَ اَهْوٰىۙ٥٣فَغَشّٰيهَا مَا غَشّٰىۚ٥٤فَبِاَيِّ اٰلَٓاءِ رَبِّكَ تَتَمَارٰى٥٥هٰذَا نَذ۪يرٌ مِنَ النُّذُرِ الْاُو۫لٰى٥٦اَزِفَتِ الْاٰزِفَةُۚ٥٧لَيْسَ لَهَا مِنْ دُونِ اللّٰهِ كَاشِفَةٌ٥٨اَفَمِنْ هٰذَا الْحَد۪يثِ تَعْجَبُونَۙ٥٩وَتَضْحَكُونَ وَلَا تَبْكُونَۙ٦٠وَاَنْتُمْ سَامِدُونَ٦١فَاسْجُدُوا لِلّٰهِ وَاعْبُدُوا٦٢

Necm Suresi Arapça Dinle

Necm Suresi Arapça Dinle, Necm Suresi’ni Abdulbaset Abdussamed’den Arapça dinlemek için lütfen Play ▶️ butonuna basın.

Necm Suresi Türkçe Oku

Necm Suresi Türkçe latin alfabeysiyle yüzünden okumak için lütfen sayfayı aşağı kaydırın.

    Necm Suresi Türkçe 1. Sayfa

    Bismillahir rahmanir rahim.

  1. Ven necmi iza heva.
  2. Ma dalle sahıbukum ve ma gava.
  3. Ve ma yentıku anil heva.
  4. İn huve illa vahyun yuha.
  5. Allemehu şedidul kuva.
  6. Zu mirreh, festeva.
  7. Ve huve bil ufukil a’la.
  8. Summe dena fe tedella.
  9. Fe kane kabe kavseyni ev edna.
  10. Fe evha ila abdihi ma evha.
  11. Ma kezebel fuadu ma rea.
  12. E fe tumar runehu ala ma yera.
  13. Ve lekad reahu nezleten uhra.
  14. İnde sidretil munteha.
  15. İndeha cennetul me’va.
  16. İz yagşes sidrete ma yagşa.
  17. Ma zagal basaru ve ma tega.
  18. Lekad rea min ayati rabbihil kubra.
  19. E fe reeytumul late vel uzza.
  20. Ve menates salisetel uhra.
  21. E lekumuz zekeru ve lehul unsa.
  22. Tilke izen kısmetun diza.
  23. İn hiye illa esmaun semmeytumuha entum ve abaukum ma enzelallahu biha min sultan, in yettebiune illez zanne ve ma tehvel enfus, ve lekad caehum min rabbihimul huda.
  24. Em lil insani ma temenna.
  25. Fe lillahil ahiretu vel ula.
  26. Ve kem min melekin fis semavati la tugni şefaatuhum şey’en illa min ba’di en ye’zenallahu limen yeşau ve yerda.
  27. Necm Suresi Türkçe 2. Sayfa

  28. İnnellezine la yu’minune bil ahireti le yusemmunel melaikete tesmiyetel unsa.
  29. Ve ma lehum bihi min ilm, in yettebiune illez zann, ve innez zanne la yugni minel hakkı şey’a.
  30. Fe a’rıd an men tevella an zikrina ve lem yurid illel hayated dunya.
  31. Zalike mebleguhum minel ilm, inne rabbeke huve a’lemu bi men dalle an sebilihi ve huve a’lemu bi menihteda.
  32. Ve lillahi ma fis semavati ve ma fil ardı li yecziyellezine esau bima amilu ve yecziyellezine ahsenu bil husna.
  33. Ellezine yectenibune kebairel ismi vel fevahışe lemem, inne rabbeke vasiul magfireh, huve a’lemu bikum iz enşeekum minel ardı ve iz entum e cinnetun fi butuni ummehatikum, fe la tuzekku enfusekum, huve a’lemu bi menitteka.
  34. E fe re’eytellezi tevella.
  35. Ve a’ta kalilen ve ekda.
  36. E indehu ilmul gaybi fe huve yera.
  37. Em lem yunebbe’ bima fi suhufi musa.
  38. Ve ibrahimellezi veffa.
  39. Ella teziru vaziretun vizre uhra.
  40. Ve en leyse lil insani illa ma sea.
  41. Ve enne sa’yehu sevfe yura.
  42. Summe yuczahul cezael evfa.
  43. Ve enne ila rabbikel munteha.
  44. Ve ennehu huve adhake ve ebka.
  45. Ve ennehu huve emate ve ahya.
  46. Necm Suresi Türkçe 3. Sayfa

  47. Ve ennehu halakaz zevceyniz zekere vel unsa.
  48. Min nutfetin iza tumna.
  49. Ve enne aleyhin neş’etel uhra.
  50. Ve ennehu huve agna ve akna.
  51. Ve ennehu huve rabbuş şı’ra.
  52. Ve ennehu ehleke adenil ula.
  53. Ve semude fema ebka.
  54. Ve kavme nuhın min kabl, innehum kanu hum azleme ve atga.
  55. Vel mu’tefikete ehva.
  56. Fe gaşşaha ma gaşşa.
  57. Fe bi eyyi alai rabbike tetemara.
  58. Haza nezirun minen nuzuril ula.
  59. Ezifetil azifeh.
  60. Leyse leha min dunillahi kaşifeh.
  61. E fe min hazel hadisi ta’cebun.
  62. Ve tedhakune ve la tebkun.
  63. Ve entum samidun.
  64. Fescudu lillahi va’budu.

Necm Suresi Türkçe Meali Oku

Necm Suresi Türkçe Meali okumak için lütfen sayfayı aşağı kaydırın.

    Necm Suresi Türkçe Meali 1. Sayfa

    Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla.

  1. İnmekte olan necme (yıldıza, Kur’an’ın inen miktarına) yemin ederim ki,
  2. arkadaşınız şaşırmadı, azıtmadı da!
  3. Hevadan (arzusuna göre) söylemiyor.
  4. O (Kur’an) sadece vahyolunan bir vahiydir.
  5. Ona, kuvvetleri çok güçlü olan öğretti.
  6. Bir kuvvet sahibi; hemen duruklandı (doğruldu).
  7. O en yüksek ufukta idi.
  8. Sonra yaklaştı ve sarktı.
  9. Aradaki mesafe iki yay boyu oldu, hatta daha yakın;
  10. kuluna verdiği vahyi verdi.
  11. Gözün gördüğüne kalp yalan demedi.
  12. Gördüğü hakkında şimdi siz, onunla tartışıyor musunuz?
  13. Andolsun ki, o onu bir kez daha inişinde gördü;
  14. Sidretu’l-Munteha’nın yanında.
  15. ki, Cennetu’l-Me’va onun yanındadır.
  16. O zaman ki, o Sidre’yi bürüyen bürüyordu.
  17. Göz ne şaştı, ne (de sınırı) aştı.
  18. Andolsun ki, Rabbinin ayetlerinden en büyüğünü gördü.
  19. Siz de gördünüz değil mi Lat ve Uzza’yı?
  20. Üçüncü olarak da öteki Menat’ı?
  21. Size erkek, O’na dişi öylemi?
  22. Öyle ise bu çok hayıflı (haksız) bir taksim!
  23. Onlar hiçbir şey değil, sırf sizin ve babalarınızın taktığı kuru isimlerdir. Allah onlara öyle bir saltanat indirmedi. Onlar yalnız zanna ve nefislerinin sevdasına uyuyorlar. Oysa Rablerinden kendilerine doğru yolu gösteren geldi.
  24. Yoksa insana her kurduğu hülya mı var?
  25. Ama ahiret ve dünya Allah’ındır.
  26. Göklerde nice melekler vardır ki, Allah’ın dileyip razı olduğuna izin vermeden önce şefaatleri hiçbir işe yaramaz.
  27. Necm Suresi Türkçe Meali 2. Sayfa

  28. Evet ahirete inanmayanlar meleklere dişi adı takıp duruyorlar.
  29. Aslında onların buna dair bilgileri yoktu, sadece zanna uyuyorlar. Oysa zan gerçekten yana hiçbir şey ifade etmez.
  30. O halde sen de Bizi anmaktan yüz çevirip de dünya hayatından ötesini istemeyen kimselere bakma!
  31. İşte budur onların ilimde erişebildikleri son sınır!. Şüphesiz Rabbin, O en iyi bilendir yolundan sapanı, hem de O en iyi bilendir hidayet yolunu tutanı.
  32. Bütün göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır! Sonunda kötülük yapanları yaptıkları ile cezalandıracak; güzellik yapanları da daha güzeliyle mükafatlandıracak!
  33. Onlar ki günahın büyüklerinden (vebalden) ve çirkef davranışlardan kaçınırlar, ancak ufak tefek kusurlar hariç; şüphesiz ki, Rabbin geniş mağfiretlidir. O sizin her halinizi en iyi bilendir, sizi topraktan meydana getirdiğinde ve sizler analarınızın karınlarında cenin halinde iken. Şimdi nefislerinizi temize çıkarmaya kalkışmayın! O’dur en iyi bilen günahtan korkup sakınanı!
  34. Şimdi gördün ya, o haktan yüz çevireni?
  35. Biraz verip de dayatıvereni?
  36. Gaybın bilgisi yanında da görüyor mu?
  37. Yoksa haber mi verilmedi Musa’nın sahifelerinde yazılı olanlar?
  38. Ve çok vefakar olan İbrahim’inkindeki?
  39. Ki, doğrusu hiçbir günahkar başkasının günahını çekecek değildir.
  40. Doğrusu insanın çalıştığından başkası kendinin değildir.
  41. Ve elbette çalışması yarın görülecek,
  42. Sonra ona en değerli mükafat verilecek.
  43. Ve elbette sonunda Rabbine gidilecektir.
  44. Doğrusu güldüren, ağlatan O’dur.
  45. Doğrusu öldüren, dirilten O’dur.
  46. Necm Suresi Türkçe Meali 3. Sayfa

  47. Şüphesiz erkeği, dişiyi iki eş yaratan O’dur.
  48. (Rahime) ekildiği zaman bir nutfeden.
  49. Şüphesiz sonraki yaratmada O’na aittir.
  50. Doğrusu zengin eden, sermaye veren de O’dur.
  51. Şüphesiz Şi’ra (yıldızı)nın Rabbi O’dur.
  52. Nitekim O helak etti önce gelen Ad’ı.
  53. Ve Semud’u da hiç bırakmadı!.
  54. Daha önce de Nuh kavmini (helak etmişti); çünkü onlar çok zalim ve çok azgındılar.
  55. Mü’tefikey’i de haviyeye attı (altını üstüne getirdi).
  56. Sardırttı da onlara o sardırdığını.
  57. Şimdi Rabbinin hangi nimetlerine kuşku duyarsın?
  58. İşte bu, ilk uyarmalardan bir uyarmadır.
  59. Yaklaşan yaklaştı.
  60. Ona Allah’tan başka açıcı yoktur.
  61. Şimdi siz bu söze mi şaşıyorsunuz?
  62. Gülüyorsunuz da ağlamıyorsunuz?
  63. Siz mi kafa tutuyorsunuz ey gafiller?
  64. Haydi secdeye kapanın ve kulluk edin!

Necm Suresi Türkçe Meali Dinle

Necm Suresi Türkçe Meali Dinle, Necm Suresi Prof. Dr. Hamdi DÖNDÜREN’in Türkçe Mealini, Ahmet DENİZ’den dinlemek için lütfen Play ▶️ butonuna basın.

Necm Suresi Konusu

Necm Suresi konusu, Kur’ân-ı Kerîm’in Allah tarafından Cebrâil vasıtasıyla Hz. Muhammed’e indirilmiş olduğu ve Hz. Peygamber’in Allah’tan aldıklarını sadakatle tebliğ ettiği ortaya konmakta, müşriklerin melekleri Allah’ın kızları, putları da melekleri sembolize eden varlıklar olarak kabul etme şeklindeki inançları mahkûm edilmekte, önceki peygamberlere gönderilen vahiylerle Resûlullah’ın getirdikleri arasındaki bazı ortak noktalara değinilmekte, inkârcılıkları sebebiyle helâk edilmiş geçmiş toplumlardan örnekler verilmektedir.

Necm Suresi Nuzül

Mushaftaki sıralamada elli üçüncü, iniş sırasına göre yirmi üçüncü sûredir. İhlâs sûresinden sonra, Abese sûresinden önce Mekke’de nâzil olmuştur. Sadece 32. âyetinin Medine’de indiği rivayet edilmiştir, fakat bu âyetin öncesi ve sonrasıyla olan sıkı anlam bağı ve üslûp birliği bu rivayeti tereddüde açık bırakmaktadır (Derveze, I, 212, 228).

Necm Suresi Fazileti

Necm Suresi fazileti,

Necm Suresi Hakkında Sıkça Sorulan Sorular

Necm Suresi Kur’an-ı Kerim’de kaçıncı sayfadadır?

Necm Suresi, Kur’an-ı Kerim’de 525. sayfada başlar, 527. sayfada biter.

Necm Suresi kaç ayettir?

Necm Suresi, 62 ayetten oluşur.

Necm Suresi hangi cüzde yer alır?

Necm Suresi, Kur’an-ı Kerim’de 27. cüzde yer alır.

Necm Suresi kaç sayfadır?

Necm Suresi, Kur’an-ı Kerim’de toplam 3 sayfa içinde yer alır.

Necm Suresi Tefsiri

Kur’an Yolu Tefsiri kitabından Necm Suresi Tefsiri aşağıdadır.

Necm Suresi 1-2. Ayet Tefsiri

Sûreye, Kur’an’ın önemli hususlara dikkat çekerken kullandığı bir üslûp olan kasem (yemin) ifadesiyle başlanmakta, Hz. Peygamber ve Kur’an hakkındaki asılsız isnatlar kesin bir dille reddedilmekte, onun yolunu şaşırmış bir insan olmadığı gibi kişisel ihtiraslarıyla da hareket etmediği, vahyin ve aklın icaplarından sapmadığı belirtilmektedir. Bu özlü anlatımla, onun içten veya dıştan gelebilecek olumsuz etkilere karşı ilâhî koruma altında bulunduğu gerçeği pekiştirilmektedir. Âyette “bu arkadaşınız” anlamındaki sâhibüküm tamlamasının kullanılmış olması, muhatapların Hz. Peygamber’i yakından tanıdıklarını (Şevkânî, V, 122), yıllar yılı onun ne kadar erdemli, mâkul düşünen ve ölçülü hareket eden bir insan olduğunu gözleriyle gördüklerini hatırlatması açısından oldukça mânidardır. Zira sâhib kelimesi daha çok, uzun süre birlikte olmuş kişiler hakkında kullanılır; dilimizdeki “sohbet” kelimesi de aynı kökten türetilmiştir (Allah’ın yemin etmesi ve Kur’an’da yer alan kasemler konusunda genel bilgi ve değerlendirme için bk. Zâriyât 51/1-6).İlk âyette yüce Allah necm üzerine yemin etmiştir. Meâlde “yıldız” şeklinde çevrilen necm kelimesinin sözlük anlamları, Kur’an’daki kullanımları ve bağlamı dikkate alınarak bu kelime için değişik yorumlar yapılmıştır. Bunları şöyle özetlemek mümkündür: a) Belirli bir yıldızla sınırlı olmaksızın, yıldız olarak nitelenebilecek gök cisimleri. b) Süreyya (Ülker) yıldızı: Araplar necm kelimesini daha çok bu anlamda kullanırlardı. c) Zühre yıldızı: Bazı Arap kabileleri bu yıldıza taparlardı. d) 49. âyette geçen Şi‘râ yıldızı. e) Hz. Muhammed: Kelime burada mecaz anlamında kullanılmıştır. f) Kur’ân-ı Kerîm veya o ana kadar inmiş olan kısmı: Ara ara, parça parça verilen şeyin her defasında verilen miktarına necm denir; dolayısıyla burada Kur’an’ın tedrîcî olarak, parça parça indirilme özelliğine işaret edilmiş veya Kur’an’ın o ana kadar gelen kısmı kastedilmiş olabilir. g) Gövdesi olmayan bitkiler: Rahmân sûresinin 6. âyetinde kelime bu mânada kullanılmıştır. Âyette geçen hevâ fiili “inme, meyletme, düşme, yukarıya yükselme” mânalarına gelir; belirtilen yorumlarda, daha çok “inme” anlamı esas alınmıştır. Meselâ “necm” yıldız olarak kabul edilince âyette, belirtilen yıldızın veya genel olarak yıldızların ufuktan inişinin, düşüşünün kastedildiği yorumu yapılmıştır, ki böylece gök cisimlerinin sukut (kütle çekimi, gravitation) kanununa tâbi olduklarına dikkat çekilmiş olmalıdır; ancak yıldız için bu fiilin hem doğmayı hem batmayı ifade etmesi mümkündür. Öte yandan, bu ifadeyle yıldızların kıyamet gününde sönüşüne veya dağılışına işaret edildiği kanaatini taşıyan müfessirler de vardır. Burada Kur’an’ın veya o ana kadar gelmiş kısmının kastedildiği düşünüldüğünde de, vahyin inmesi esnasında tecelli eden ilâhî irade ve olağan üstülükler üzerine yemin edildiği söylenebilir. Yine, Hz. Muhammed’in kastedilmiş olabileceği yorumunda, onun mi‘racdan inmesi veya mekânın üstüne (fizik ötesi âleme) yükselmesi açıklamaları yapılmıştır. Necm kelimesinin “gövdesiz bitki” mânası esas alındığında ise bu fiille birlikte kullanılması, otların yükselip yere yatmasına yani baharın iyice belirgin hale geldiği döneme işaret şeklinde açıklanmıştır (Taberî, XXVII, 40-41; Beyzâvî, VI, 98-99; Şevkânî, V, 122; Elmalılı; VII, 4569-4570). Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 157-158

Necm Suresi 3-4. Ayet Tefsiri

Kur’an’da değişik vesilelerle ifade edildiği üzere Hz. Peygamber bir beşerdir, ama Allah’tan vahiy almaktadır. Birinci özelliği onun şahsıyla ilgili bir hususu yani asla tanrılaştırılmaması gerektiğini, ikinci özelliği de Allah adına bildirdiklerinin sıradan bir insanın sözleri olarak düşünülmeyip lâyık olduğu yerde tutulmasının ne kadar önemli olduğunu belirtmektedir. Bu âyetlerde de onun peygamber olarak tebliğ ettiklerinin kişisel arzularına göre söylenmiş sözler olamayacağına bir vurgu yapıldığı görülmektedir. 3. âyette “konuşma, söyleme” anlamında bir fiil kullanılmış olmasından hareketle Resûlullah’ın bütün söylediklerinin vahiy olduğu, dolayısıyla herhangi bir konuda ictihad ettiğinin söylenemeyeceği yorumu da yapılmış olmakla beraber, başka deliller bu yorumu çürütmektedir. Ayrıca, beşer olarak yani günlük hayatın akışı içinde kişisel düşüncelerini belirtmek üzere veya (yargıç, devlet başkanı, kumandan vb.) değişik sıfatlarla söylediği ve o bağlamda değerlendirilmesi gereken sözlerinin bulunduğu da bilinmektedir. Bu âyetlerin asıl konusu Hz. Muhammed’in vahiy almasını yani peygamberlik sıfatını inkâr edenlere; onu şair, kâhin vb. sıfatlarla niteleyip Kur’an’ı kendisinin uydurduğunu söyleyenlere bir reddiyede bulunmaktır (Taberî, XXVII, 42; Râzî, XXVIII, 281-284). Bununla birlikte, bu âyetlerin başka delillerle birlikte değerlendirilmesi sonucunda, Resûlullah’ın tebliğ mahiyetinde olmayan söz ve davranışlarının da vahyin kontrolü altında bulunduğu ve bir konuda ictihad ettiğinde yanlış sonuca ulaşırsa ona bunun doğrusunun mutlaka bildirildiği anlaşılmaktadır (bu konularda bilgi için bk. Nisâ 4/59, 105; Mâide 5/67; vahyin mahiyeti, çeşitleri ve yolları hakkında bk. “Tefsire Giriş” bölümü, “I. Kur’ân-ı Kerîm A) Tanımı ve özellikleri, 2. Vahiy” başlığı). Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 158-159

Necm Suresi 5-18. Ayet Tefsiri

Hz. Peygamber’e gelen vahyin kaynağı ve onun Allah katındaki üstün mertebesi hakkında hiçbir kuşku duyulmaması için oldukça canlı bir tasvire yer veren bu âyetlerin üslûbundaki gizemlilik, bir taraftan da duyularla algılanamayan, fizik âlemin ötesine taşan konularda imanın esas olduğuna ve bu hususta aklın sınırlarını zorlamanın anlamsızlığına dikkat çekildiğini düşündürmektedir. Müşahhas unsurlarla bezenmiş izlenimi vermekle birlikte zihni soyut düşünme düzeyine doğru yükselten ve etkileyici bir üslûp taşıyan bu tasvirdeki asıl amacın, tarihin her döneminde değişik biçimler altında benzerleri görülen Mekke putperestlerinin maddî veya mânevî birtakım varlıkları devreye sokarak tanrı inancını somut bir tasavvura indirgeme, böylece Allah’tan başka varlıklara tanrılık izâfe etme telakkisini mahkûm etme olduğu söylenebilir.Sûrenin inişi erken Mekke dönemine rastlamakla beraber, bu âyetler kümesinin ve özellikle 13-18. âyetlerin, Mekke döneminin sonlarına doğru gerçekleştiği bilinen mi‘rac olayı ile ilgili olduğu kabul edilir. Tefsirlerde bu âyetlerde yer alan kelimeler için yapılan geniş açıklamalar ve buna göre ortaya çıkan farklı yorumlar (bk. Taberî, XXVII, 42-57; Râzî, XXVIII, 284-295; Elmalılı, VII, 4572-4589) aşağıda özetlenmeye çalışılacaktır.Pek çok âyette, Kur’an’ın vahyedilmesi kelâmın asıl sahibi olan Allah’a nisbet edildiğine göre onu asıl öğretenin Cenâb-ı Hak olduğunda şüphe yoktur; Rahmân sûresinin 1-2. âyetinde de “Kur’an’ı rahmân öğretti” buyurularak bu husus ayrıca ifade edilmiştir. Öte yandan yüce Allah, Şûrâ sûresinin 51. âyetinde belirtildiği üzere vahyini elçi gönderip onun vasıtasıyla da bildirebilmektedir ve –bazı âyetlerden açıkça anlaşıldığına göre– bu elçi de vahiy meleği Cebrâil’dir (bk. Bakara 2/97; Nahl 16/102; Şuarâ 26/193). Bu durum karşısında, 5. âyette geçen “öğretti” anlamındaki fiilin öznesinin Allah Teâlâ veya Cebrâil olabileceği yorumları yapılmıştır. Fakat buradaki ifade akışı ve özneyi nitelemek üzere seçilen kelimeler göz önüne alınarak ikinci ihtimal daha güçlü bulunmuştur. Bazı müfessirlerce, burada “öğreten” hakkında övgü ifadesi kullanılmasının öğrenenin faziletine dikkat çekme anlamı taşıdığı, ayrıca bu ifadeyle inkârcıların, “Kesin olarak ona bir insan öğretiyor” tarzındaki iddialarını (Nahl 16/103) reddetmenin amaçlandığı belirtilmiştir. 6. âyetteki “üstün niteliklerle donatılmış” diye çevrilen sıfat “çok güçlü veya etki ve nüfuzu çok kuvvetli” mânasına alındığında bunu hem Allah’ın hem de Cebrâil’in sıfatı olarak düşünmek mümkündür. Ayrıca bu tamlama “aklî melekeleri çok güçlü, korkusuz, sağlam yapılı, heybetli, güzel görünümlü” gibi mânalara da gelmektedir ki bunlar Cebrâil’in nitelikleri olabilir. 6. âyetteki “asıl şekliyle göründü” diye tercüme edilen cümlenin öznesini Cebrâil olarak düşünen müfessirler burada, onun başka zamanlarda insan sûretinde göründüğü halde bu defa gerçek sûretinde göründüğüne işaret bulunduğunu söylemişlerdir. Onlar bu yorumu bazı rivayetlerle desteklerken, vahiy meleğinin sadece Hz. Muhammed’e gerçek sûretinde görünmüş bulunduğunu ve bunun da hayatında iki defa vâki olduğunu belirtirler. Diğer bir yoruma göre ise bu cümlenin öznesi Hz. Peygamber olup burada öğretme fiilinin etkisini yani onun peygambere ait ilimde yükselip doğrulduğu anlatılmaktadır; dolayısıyla 6. âyetteki istevâ fiilinin “doğruluverdi” şeklinde tercüme edilmesi uygun olur. “Ufkun en yüce noktasındayken” diye çevrilen 7. âyet de söz konusu “doğrulma” veya “asıl şekliyle görünme” anlamındaki fiilin öznesine göre açıklanmaktadır. Bunları Cebrâil’in semâda, ufkun en yüce noktasında veya ufku tamamen kaplar bir halde görünmesi veya Hz. Peygamber’in mânevî mertebesinin yükselmesi şeklinde özetlemek mümkündür. Belirtilen fiilin birinci öznesini Cebrâil, fiilin hemen ardından gelen “vav” harfini bağlaç ve “hüve” zamirini Hz. Muhammed’i ifade eden ikinci özne olarak düşünüp, “Cebrâil ve Peygamber en yüce ufukta (güneşin doğduğu yönün en üst noktasında) yükselip doğruldular” mânasını verenler de vardır (Taberî, XXVII, 43-44). İbn Atıyye dilbilimcilerin bu tür özne takdir edilmesini tasvip etmediklerini; ayrıca “ufuk” kelimesinin mânasını bu şekilde sınırlandırmanın mesnetsiz olduğunu belirtir (V, 197). “Sonra yaklaştıkça yaklaştı” şeklinde çevrilen 8. âyetteki denâ ve tedellâ fiillerinin öznesi açık olmadığı için üç türlü yorum yapılmıştır: a) Cebrâil’in Resûlullah’a yaklaşması ve ona doğru inişi, b) Cenâb-ı Allah’ın Resûlullah’a yaklaşması, onu kendine cezbetmesi, c) Resûlullah’ın yüce Allah’a yaklaşması, O’nun çekmesiyle yukarılara yükseltilmesi kastedilmiştir. Bazı müfessirler ikinci fiilin sözlük anlamlarından birine dayanarak burada habîb (seven) ve mahbûb (sevilen) arasındaki naz ve muhabbet tecellilerini ifade eden edebî bir anlatım bulunduğunu ileri sürmüşlerdir.“O kadar ki iki yay kadar hatta daha yakın oldu” diye çevrilen 9. âyetteki kavseyn “iki yay” mânasına gelir; kab de yayın kabzasıyla kirişlerin bağlandığı iki köşe aralığına denir ki bir yayda iki kab bulunur. Kab kelimesinin yayın kabzasıyla kirişi arasını ifade etmek için kullanıldığı da olur. Kabe kavseyn ifadesi hakkında çok geniş açıklamalar ve burada kastedilen mâna ile ilgili değişik yorumlar yapılmıştır. Bunlar şöyle özetlenebilir: a) O dönemde Araplar bir antlaşma yaparlarken iki yay çıkarıp üst üste koyarak tek bir yay görünümü verirler (kablerini birleştirirler), sonra ikisini birlikte çekip bir ok atarlar böylece tam olarak ahidleştiklerini simgelerlerdi. Buna göre kabe kavseyn hem maddî anlamda fevkalâde yakın olmayı hem de mânevî bir yakınlığı ifade eder. b) Hicaz dilinde “kavs” kelimesi bir uzunluk ölçüsü (zirâ) anlamında kullanılırdı. Buna göre iki arşın uzunluğunda bir mesafenin kastedildiği söylenebilir. c) Kabe kavseyn ifadesini dönüştürme (kalb) yöntemine göre “bir yayın iki ucu arasındaki mesafe kadar” şeklinde anlamak da mümkündür. Âyet “hatta daha yakın oldu” şeklinde tamamlanmakta, böylece “Âdeta elini uzatsa değecek kadar yakındı” mânasına gelen maddî bir yakınlık tasviri yapılarak, –mânevî anlamda– Resûlullah’ın vahyi aldığı kaynağın sağlamlığına, arada vahye hiçbir şeyin karışma ihtimalinin bulunmadığına dikkat çekmenin amaçlandığı anlaşılmaktadır. Daha çok tasavvufî ve işârî tefsirlerde itibar edilen bir yoruma göre ise buradaki yaklaşma olayı mi‘racda Allah ile peygamberi arasında gerçekleşmiştir.“O, kuluna vahyini iletti” diye çevrilen 10. âyette de öznenin Cebrâil veya Cenâb-ı Allah olması muhtemeldir. Birinci ihtimale göre mâna, “Bu yaklaşmayı takiben Cebrâil, Allah’ın, kulu Muhammed’e gönderdiği vahiyleri ona getirip öğretti” şeklinde olur. İkinci ihtimale göre ise âyeti şöyle yorumlamak gerekir: Resûlullah rabbine öylesine yaklaştı ki aradaki vasıtalar kalktı ve Allah Teâlâ kuluna vahyini doğrudan doğruya verdi. Bu âyetlerde mi‘rac sırasındaki gelişmelerin anlatıldığı kabul edildiği takdirde ikinci yorum daha kuvvetli olmaktadır. Bize göre âyet şöyle de yorumlanabilir: Cebrâil asıl şekliyle göründü, sonra iyice yaklaştı ve Allah onun aracılığıyla kuluna dilediğini vahyetti. Âyetlerin mi‘racı anlattığı kabul edilirse “görünme, yüce ufukta, sidretü’l-müntehâda olma, inme, çok yaklaşma” gibi ifadeleri mecazi mânada almak, nasıllık ve nicelikle ilgili olmaksızın Allah’a mahsus fiilller ve sıfatlar olarak anlamak gerekecektir.“Gözün gördüğünü kalp yalanlamadı” diye tercüme edilen 11. âyete “O kulun gördüğünü veya kalbin gördüğünü kalp yalanlamadı” mânası da verilebilir; fakat 17. âyette “göz” anlamına gelen basar kelimesinin kullanılmış olduğu dikkate alınarak burada da gözle görmenin kastedildiği düşünülüp âyet şöyle yorumlanabilir: Resûl-i Ekrem’in, Cebrâil’i ona özgü müthiş donanımlarıyla veya mi‘racdaki o olağan üstü tecellileri görmesi bir hayal ürünü değil, hakikatin ta kendisiydi; gözün gördüğünü kalp de onaylamıştı. “Şimdi siz şüpheye düşüp gördükleri hakkında onunla tartışmaya mı kalkışıyorsunuz?” anlamındaki 12. âyette “görme” fiilinin geniş zaman kalıbında olması burada sözü edilen görmenin bir kereye mahsus olmadığına işaret sayılabilir. Nitekim müteakip âyet de bu mânayı teyit etmektedir. Burada Resûlullah’ın (gözündeki algılama gücünün kalbine verildiği ve böylece) rabbini kalbiyle gördüğünün kastedildiği yönünde rivayetler de bulunmaktadır. 13 ve 14. âyetleri “Andolsun ki onu bir başka iniş esnasında da sidretü’l-müntehânın yanında bir daha gördü” veya bizim yaptığımız gibi “Andolsun ki onu iniş esnasında sidretü’l-müntehânın yanında gördü” (Şevkânî, V, 124) şeklinde çevirmek mümkündür. Birinci mânayı tercih edenlere göre burada, Resûlullah’ın mertebesinin Cebrâil’den üstün olduğuna işaret bulunmaktadır. Bu âyetteki “iniş” kelimesinin Cebrâil’in inişini anlattığı kanaatini taşıyanlar da vardır. Bu kelimenin Allah Teâlâ hakkında olduğu yorumu da yapılmış olmakla beraber bu zayıf bulunmuştur. 14. âyette geçen “sidretü’l-müntehâ” tamlaması için yapılan yorumları da “yaratılmışlarca bilinebilirlerin son sınırını işaretlediği kabul edilen hudut noktası; akıllara durgunluk verecek ölçüde hayreti arttıran makam” şeklinde özetlemek mümkündür (sidre kelimesinin bir ağaç türünü ifade etmesinden ve “sidretü’l-müntehâ”nın cennetin uçlarında olduğunu belirten rivayetlerden hareketle yapılan yorumlar da sonuç itibariyle özetlenen bu mâna ile örtüşür). “Ki onun yanında huzur içinde kalınacak cennet vardır” diye çevirdiğimiz 15. âyet müfessirlerce daha çok, “ki onun yanında me’vâ cenneti vardır” mânasıyla açıklanmıştır. Bu açıklama, “cennetü’l-me’vâ” tamlamasını “müttakilerin veya şehidlerin ruhlarının varacakları cennet” anlamında, müstakil bir isim olarak düşünmüş olan âlimlerin anlayışına uygun düşmektedir. Fakat İslâm âlimleri arasındaki hâkim kanaate göre burada geçen, “sığınılacak, barınılacak yer” anlamındaki me’vâ kelimesi cenneti nitelemektedir (Bekir Topaloğlu, “Cennet”, DİA, VII, 376); bu sebeple, meâlde belirtilen mâna tercih edilmiştir.“O an sidreyi bürüyen bürümüştü” mânasına gelen 16. âyetle ne kastedildiği hususu oldukça kapalı olup daha çok bu konudaki rivayetler ışığında değişik yorumlar yapılmıştır. Bunları, “Resûlullah’ın sidretü’lmüntehâda bulunduğu esnada Allah’ın nuru veya melekler yahut yaratılmışların nuru ya da altın bir pervane orayı öylesine kaplamıştı ki Resûlullah kimsenin tasavvur edemeyeceği bir güzelliğe bürünmüştü” şeklinde özetlemek mümkündür. Bize göre burada anlatılan, “bürünme, kaplama, örtme”yi, vâki olacak yakınlık ve müşahedeye bir beşer olan Hz. Peygamber’in tahammül etmesini sağlayacak değişim ve koruma çemberi olarak anlamak daha uygundur. 17. âyette belirtildiği üzere bu esnada göz kaymamış ve hedefinden şaşmamıştı; yani Resûlullah gözlerin kamaşacağı, akıllara sığmayacak ve insanı hayretler içinde bırakacak şeyler gördüğü halde sağa-sola yönelmemiş, gördüğü olağan üstü şeylerin etkisiyle kendinden geçmemiş, edepte kusur etmemiş; aksine tam bir dikkatle müşahedelerde bulunmuş ve sağlıklı tesbitler yapmıştı. Burada kullanılan fiillerden ilki onun edebini ikincisi de bakışındaki gücü belirtme mânası taşır. Bu âyetin yorumu sırasında Hz. Mûsâ’nın Allah’ı görme arzusu ile Hz. Muhammed’in burada yaşadığı olay arasında bir mukayese yapılır ve Hz. Mûsâ örneğinde dağ dayanamayıp parçalandığı ve kendisi de bayılıp yere düştüğü halde bu olayda sidre ve Resûl-i Ekrem açısından böyle bir durumla karşılaşılmadığı hatırlatılır.18. âyetteki “Hiç kuşkusuz o, … görmüştü” anlamındaki cümlede öznenin Hz. Peygamber olduğu açıktır; fakat onun neyi gördüğünü şu mânalardan biriyle açıklamak mümkündür: a) Rabbinin âyetlerinden en büyüğünü, b) Rabbinin en büyük âyetlerinden bir kısmını, c) Rabbinin en büyük âyetlerini gördü. Bunlardan ilk mânayı tercih eden müfessirlerden bazıları bunu Cebrâil’i görmesi şeklinde açıklamışlar, bazıları da Hz. Peygamber’in rabbini görmüş olması ihtimali üzerinde durarak bu konuyu geniş biçimde tartışmışlardır. İbn Abbas’tan meşhur olarak nakledilen rivayette Peygamber’in rabbini gözüyle gördüğü belirtilirken, kendisine bu konuda soru sorulan Hz. Âişe bu ihtimali reddetmiştir. İbn Mes‘ûd ve Ebû Hüreyre’den meşhur olarak nakledilen rivayet de bu yöndedir. İslâm âlimleri bu rivayetleri Allah’ın zâtı, sıfatları ve görülmesine ilişkin âyet ve hadislerle birlikte değerlendirerek iki eğilimi de savunan açıklamalar yapmışlardır. Bazı âlimler Hz. Peygamber’in Allah’ı gözüyle değil kalbiyle gördüğü, Allah’ın zâtının değil sıfatının tecelli ettiği gibi telifçi yorumlar ortaya koymuşlardır. Bu noktada unutulmaması gereken bir husus da, anlatılan oluş ve tecellilerin farklı bir âlemde, farklı varlık boyutunda, farklı şartlar içinde gerçekleşmiş olmasıdır; dolayısıyla bu bir iman konusudur.Elmalılı’nın sûrenin, başından buraya kadarki kısımla ilgili yorumları verirken ara ara kaydettiği ve önemli bulduğumuz kendi tercihiyle ilgili düşüncelerini şöyle toparlamak mümkündür: Resûlullah, Cebrâil’i Kur’an’ın her inen parçası esnasında, hangi sûrete girmişse öyle görüyordu. Gerçek sûretinde ise bir defa mi‘racdan önce gördü, o vakit Cebrâil Resûlullah’a inmişti. Bir kere de mi‘racdan inerken gördü, bunda Resûlullah Cebrâil’e doğru iniyordu ve Cebrâil sidretü’l-müntehânın yanında onu karşılıyordu. Hz. Peygamber namaz konusunda birkaç defa inip çıkmış olduğundan 13. âyetteki “nezleten uhrâ” tamlamasını “son bir iniş” şeklinde düşünmek daha mânidar olur. Dolayısıyla ufukta istivâ etmeyi (doğrulmayı) Hz. Peygamber’in kendisine yapılan tâlim (öğretme) üzerine nübüvvet ilminde yükselip istikametini alması (en yüksek ufukta istivâ etmesi) şeklinde anlamak uygun olur. Cebrâil’in tâlimi üzerine Resûlullah en yüksek ufukta istivâ ile kalmamış, ondan sonra Allah Teâlâ’ya doğru yaklaşmıştır. Bu durumda 8. âyetteki yaklaşmanın Resûlullah hakkında olduğu, cezbe (çekme) mânası içeren “tedellâ” fiiliyle de onun cezbedilmesinin yani aşağıdan yukarı doğru çekilip çıkarılmasının kastedildiğini, dolayısıyla burada mi‘raca işaret bulunduğunu söyleyebiliriz. 9 ve 10. âyetlerden de şu mâna çıkmaktadır: Mi‘racda Allah’ın has kulu olan arkadaşınız Muhammed (a.s.), o istivâdan sonra rabbine öyle yaklaştı ki, her vasıta ortadan kalktı yani mi‘racda Cebrâil dahi vasıta olmaksızın Allah Teâlâ kuluna her ne vahyetti ise vahyetti. 18. âyetten, Resûlullah’ın, Cenâb-ı Allah’ın rubûbiyyetini gösteren, mutlak egemenliği altındakilere ait hayretler uyandırıcı ve söz kalıpları içine sığmayacak nice delilleri veya en büyük delili gördüğü anlaşılmaktadır; şu halde bunun mahiyetini açıklamaya kalkmak bizim haddimiz değildir. Âyette “Rabbini gördü” denmeyip “Rabbinin âyetlerinden en büyüğünü gördü” buyurulduğuna göre, bu ifadenin zâhirinden O’nun zâtını gördüğü anlamı çıkmaz. Bu konuyu açıklarken Râzî’nin kullandığı bir ifade bize başka bir mânayı düşündürdü: Rü’yet (görme) en büyük âyet olunca burada “kübrâ” (en büyük) kelimesini “rü’yet” ile tefsir edebiliriz. Bunu da iki yönlü düşünmek mümkündür: a) Rabbinin âyetlerinden yani mûcizelerinden en büyüğü olan rü’yet mûcizesini gördü; âhirette ümmetinin göreceği gibi beni gördü demek olabilir. b) En büyük âyet olan rü’yetin hakikatini gördü demek olabilir. Çünkü En‘âm sûresinin 103. âyetinde geçtiği üzere “basar” (görme) olayının künhünü ve dolayısıyla rü’yetin hakikatini Allah bilir. O halde rü’yetin hakikatini görmek, –bir kudsî hadiste yer alan “… artık onun kulağı, gözü ve kalbi ben olurum” (Müsned, VI, 256; Buhârî, “Rikåk”, 38) ifadesiyle Enfâl sûresinin 17. âyetinin mazmunu üzere– Allah Teâlâ’nın Resûlullah’ta tecelli eden en büyük yakınlık âyet ve delillerinden olmuş olur. Bu yoruma göre âyet-i kübrâ (en büyük delil) “hakîkat-i Muhammediyye” demektir. Sözün akışı makam-ı Muhammedî’nin açıklanmasıyla ilgili olduğundan, biz de (Elmalılı) en büyük âyetin hakîkat-i Muhammediyye olduğu kanaatini taşıdığımızı belirtmek istiyoruz. Çünkü maksat hangisi olursa olsun, âyetlerin en büyüğünün veya âyetlerden en büyüğünün onda tecelli etmiş bulunduğunda şüphe yoktur (VII, 4570, 4574, 4576, 4577, 4579-4580, 4582-4583,4586, 4588-4589; mi‘rac olayının mahiyeti ve bu esnada vahyedilenler hakkında bilgi için bk. İsrâ 17/1). Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 195-165

Necm Suresi 19-30. Ayet Tefsiri

Hz. Muhammed’in getirdiği bilgilerin, buyruk ve uyarıların kaynağı ve bunların kendisine nasıl bildirildiği konusunda edebî ve çarpıcı bir üslûpla verilen bilginin hemen ardından Kureyş putperestlerine hitap edilerek bir de tanrılık yakıştırdıkları ve ululadıkları putların ne kadar hakir, zelil, âciz oldukları üzerinde düşünmeleri istenmektedir. 19-20. âyetlerde put isimlerinin zikredilmesi Kureyş örneğini öne çıkarmakla beraber, müteakip âyetlerde yer alan delillendirme tarzından burada, insanlık tarihi boyunca görülegelen, biçimleri farklı olsa da, tevhid inancını zedelemesi ve insanı yaratılmışlara, alelâde varlıklara kul etmesi açısından özde bu tip davranış biçimiyle örtüşen bütün itikadî sapkınlıkların mahkûm edilmesinin hedeflendiği anlaşılmaktadır. Özetle, bu âyetlerde Allah’a şirk koşma mahiyeti taşıyan inanç ve davranışların sağlam bir bilgi kaynağına dayanmadığı üzerinde durulmaktadır. Açıktır ki, Allah’ın varlığını ve kudretini evrende kolayca gözlemleyebilen insanın, bunun ötesinde, Allah’ın sıfatları ve rubûbiyyetini nasıl ortaya koyduğu hususunda bir iddiada bulunabilmesi ancak O’nunla doğrudan temas kurabilmesine veya O’nun tarafından yetkilendirilmiş bir elçiden bilgi almasına bağlıdır. Müşrikler ise putların kendilerini Allah’a yaklaştıracağını umduklarını söylüyor, böylece Allah ile doğrudan temas kuramadıklarını itiraf etmiş oluyorlar, bununla birlikte inançlarının ve davranışlarının Allah’tan bilgi getiren bir elçinin bildirdiklerine dayandığını da ileri sürmüyorlardı; hatta Kur’an’da yüzlerine vurularak belirtildiği üzere, kendilerine bir peygamber ve doğru yolu gösterecek bir ilâhî kitap gelmesini de temenni ediyorlardı. Böyle bir durumda geriye sadece söylenenlerin ve yapılanların aklî muhâkemeye vurulması kalmaktadır ki, âyetlerde bu açıdan da onların ne kadar yaya kaldıkları, kolayca sonuca ulaşmalarını sağlayacak sade bir mantık örgüsü içinde ortaya konmaktadır: Onlar melekleri Allah’ın çocukları sayarken, üstelik O’na ortak koştukları düzmece tanrılara isim koyarken bilgi kaynakları nedir? Bu hususta hiçbir sağlam kaynağa dayanmadıkları ve kendilerini kişisel arzulara, yani zihni işletmek yerine kör taklitle davranmanın verdiği rehavete bırakıverdikleri açıktır. Onlar Allah’a çocuk izâfe etmeye kalkışırken de erkek çocukları kendilerine, akıllarınca küçümseyip horladıkları kadın cinsini ise Allah’a ayırmanın ne kadar saçma ve çelişkili olduğunu dahi farketmiyorlar! (Arapların kadın cinsini hor görme telakkisi hakkında bk. Nahl 16/58-59; Zuhruf 43/17-19). 19-20. âyetlerde anılan Lât, Uzzâ ve Menât Kureyşliler’in en fazla önem verdikleri putların isimleridir. Araplar melekleri Allah’ın kızları saydıklarından onları sembolize eden putlara da kadın isimleri verirler ve kendileri için Allah katında şefaatçi olacaklarına inanarak onlara taparlardı. Burada zikredilen putların Kâbe’nin içinde bulunduğunu söyleyenler bulunmakla beraber, tarih kaynaklarındaki bilgiler bunların başka yerlerde ve ayrı tapınaklarda bulunan putlar olduğunu göstermektedir. Bunlardan başka çeşitli kabilelerin kendilerine mahsus, kapıcıları ve bakıcıları bulunan tapınakları da vardı (bilgi için bk. Mustafa Çağrıcı, “Arap”, DİA, III, 316-321). Bu âyetler açıklanırken tefsirlerde garânîk diye meşhur olmuş bir olaydan söz edilir. Garânîk sözlükte “beyaz su kuşu, kuğu, turna; beyaz tenli genç ve güzel kız” anlamlarına gelen gurnûk (gırnîk) kelimesinin çoğuludur. Kureyş kabilesi mensupları putlarının Allah’ın kızları olduğuna inanır ve Kâbe’yi tavaf ederken, “Lât, Uzzâ ve bir diğeri, üçüncüsü olan Menât hürmetine! Çünkü bu üçü ulu kuğulardır ve şüphesiz şefaatleri umulan varlıklardır” diyerek onları yüksekte uçan kuşlara –veya diğer bir anlayışa göre (melekleri Allah’ın kızları olarak gördükleri için) genç ve güzel kızlara– benzetirlerdi. Bazı ilk dönem İslâm tarihi kaynaklarında yer alan bir rivayete göre bir gün Hz. Peygamber Kâbe’nin civarında Kureyşliler’le birlikte otururken Necm sûresini okumaya başlamış, 19-20. âyetlere gelince şeytan 20. âyetin devamı gibi, “İşte onlar ulu kuğulardır (garânîk); şüphesiz şefaatleri umulmaktadır” anlamına gelen bir metni Resûlullah’a okutmuş; bu durumdan memnun olan Kureyşliler de sûrenin sonunda onunla birlikte secdeye kapanmışlardı. Zira onlara göre Resûlullah bu sözü söyleyerek onların putlarının Allah katında şefaatçi olacaklarını kabul etmiş, dolayısıyla kendi putperestlik dinlerine onay vermiş oluyordu. Bu rivayet, İslâmî literatürde geniş incelemelere konu olduğu gibi, özellikle Hz. Peygamber hakkında kitap yazan birçok şarkiyatçı tarafından, Kur’ân-ı Kerîm’i tenkit etmek için bir malzeme olarak kullanılmıştır. Ancak bu konuda yapılan bilimsel incelemeler bu rivayetin sağlam olmadığını, bazı sahih hadis kaynaklarında Necm sûresinin nüzûlünün ardından müşriklerin secde ettiklerinin belirtilmesinin ise başka sebeplerle izah edilebileceğini ortaya koymuştur (Buhârî, “Tefsîr”, 53/4). Nitekim birçok ünlü şarkiyatçı da bu hikâyenin tarihî bir değer taşımadığını ve asılsız olduğunu kabul etmiştir. İslâm inançları açısından bakıldığında da bu rivayetin içeriğini Hz. Muhammed’in peygamberliği süresince izlediği genel tebliğ çizgisi, tevhid konusundaki tavizsiz titizliği ve duyarlılığı, ayrıca vahyi alıp tebliğ etmedeki korunmuşluğu ilkesiyle bağdaştırmak mümkün değildir. Öte yandan aşağıda açıklanacak olan 26-28. âyetler de böyle bir ihtimali ortadan kaldırmakta, putlar bir yana, Allah izin verip razı olmadıkça meleklerin bile şefaatlerinin faydası olmayacağını bildirmektedir (bilgi için bk. İsmail Cerrahoğlu, “Garânîk”, DİA, XIII, 361-365; ayrıca bk. Hac 22/52). 23 ve 28. âyetlerde, Allah’a ortak koşanların sağlam bir bilgiye değil zanna dayandıkları belirtilmekte; ayrıca 23. âyette onların, bilgi kaynağı açısından içine düştükleri zaafı arttıran bir duruma, dinî meselelerde bile kişisel arzularına uyduklarına, dolayısıyla sübjektif âmillerle hareket ettiklerine değinilmekte ve bu tutumları eleştirilmektedir. Kur’an’da zan kelimesi bazan olumlu bir içerikte kullanılmakla birlikte bu ve benzeri yerlerde, “insanların, başta iman meseleleri olmak üzere hayatî önemi olan konularda sağlıklı bilgi edinme yöntemlerine başvurmaksızın kendi tahmin ve kuruntularına göre hareket etmeleri” anlamına gelmektedir. Bu mâna ile bağlantılı olarak 24. âyette de insanın temenni ettiği, kendi kafasında kurduğu her şeyin gerçekleşmesinin mümkün olmadığı, “Şu varlıklar bana şefaatçi olur” diyerek putlardan veya daha başka sıradan varlıklardan ebedî kurtuluşu için şefaat ve yardım beklemesinin, kendini bu tür boş inançlara kaptırmasının saçmalığı ve realiteye uymayan kuruntuların kişiyi hayal kırıklığına ve hüsrana uğratacağı hatırlatılmaktadır. Ardından gerek âhiretin gerekse dünyanın Allah’ın iradesine bağlı olduğuna, şefaat konusunun da bu iradeden bağımsız düşünülemeyeceğine dikkat çekilmektedir. Taberî, 24. âyette geçen “insan” kelimesiyle Hz. Muhammed’in kastedildiği, bu ve müteakip âyette, ona verilen yüce mertebenin kendi arzu ve temennisine dayalı olmayıp Allah’ın lutfu olduğuna işaret edildiği yorumunu yapmıştır (XXVII, 62). Ancak İbn Atıyye’ye göre ifade bunu kapsayacak bir genellik taşısa da âyetlerden böyle bir anlam çıkarmayı gerektiren bir sebep yoktur (V, 202; şefaat hakkında bilgi için bk. Bakara 2/48, 255). Kaynak :

Necm Suresi 31. Ayet Tefsiri

Önceki âyetlerde Resûlullah’tan, gerçekleri bilmek, anlamak istemeyen ve yapılan uyarılara sırt çeviren kişilere aldırış etmemesi ve onlardan yüz çevirmesi istenmiş; herkesin taşıdığı niyeti, kimin doğruya ve kimin sapkınlığa yöneldiğini Cenâb-ı Allah’ın çok iyi bildiği hatırlatılmıştı. Burada da, göklerin ve yerin egemenliği kendisine ait olan Allah tarafından imtihan amacıyla bu farklı tercihlere müsaade edildiğine imada bulunulmakta; ama bunun sonsuza kadar böyle gitmeyeceği, bir gün O’nun herkese kendi yaptığının karşılığını mutlaka tattıracağı haber verilmektedir. Âyette kötülük yapanların, bunun cezasını görecekleri belirtildiği halde iyilik yapanların yaptıklarından daha güzeliyle ödüllendirileceklerinin bildirilmesi, yüce Allah’ın haksızlık etmesinin ve hak edilenden fazla ceza vermesinin asla düşünülemeyeceğini, O’nun kötülere adaletiyle, iyilere ise ihsanıyla muamele edeceğini, bu sonunculara hak ettiklerinden fazlasını vereceğini göstermektedir (Râzî, XXIX, 6).“Sonunda O, kötülük yapanlara işlediklerinin cezasını verecek, iyilik yapanları, ufak tefek kusurlar hariç, büyük günahlardan ve çirkin işlerden kaçınanları ise daha güzeliyle ödüllendirecektir” diye çevrilen cümle, 29. âyete bağlanarak “Dünya hayatından başka arzusu olmayan kişilerden sen de yüz çevir, çünkü O, … ödüllendirecektir” veya 30. âyetle irtibatlandırılarak, “Şüphesiz kendi yolundan sapanı en iyi bilen rabbindir; nitekim O, … ödüllendirecektir” şeklinde de yorumlanmıştır (Râzî, XXIX, 5-6). Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 171-172

Necm Suresi 32. Ayet Tefsiri

Ödüllendirilmeyi hak edenlerin temel bir niteliğine daha dikkat çekilmektedir. Buna göre Allah katında makbul insan olma sadece iyilik severlikle tanımlanamaz; onlar ayrıca büyük günahlardan ve çirkin fiillerden kaçınan, kısaca ahlâkî duyarlılığı gelişmiş ve eylemlerine yansımış müminlerdir. “Ufak tefek kusurlar” diye çevrilen lemem kelimesi kapsamına giren fiiller için tefsirlerde, haram olan öpme, dokunma, bakma gibi örnekler verilmiştir. Ayrıca kelimenin sözlük anlamına ve bu konudaki bazı rivayetlere dayanılarak “lemem” şu mânalarla da açıklanmıştır: a) Kişinin aklından geçirdiği fakat eyleme dönüştürmediği kötülükler, b) Yapmaya başlamışken pişmanlık duyup vazgeçtiği kötülükler, c) Müslüman olmadan önce işlediği şirk ve diğer günahlar, d) Dünyada cezayı âhirette de azabı hak ettirmeyecek derecedeki günahlar (Taberî, XXVII, 65-69; günah çeşitleri ve büyük günah hakkında bilgi için bk. Nisâ 4/31; “çirkin işler” diye çevrilen ve fâhişe kelimesinin çoğulu olan fevâhiş, “hayasızlıklar, kötülükler” şeklinde de tercüme edilebilir, bilgi için bk. Âl-i İmrân 3/135; En‘âm 6/151).Âyetin “sizi topraktan yarattığı zamanki halinizi” anlamı verilen kısmı “sizi yeryüzünde yarattığında; atanız Âdem’i, insan cinsini, ilk insan hücreciğini yarattığı esnada; insanın oluşumundaki, yani annenin yumurtası ile babanın sperminin meydana gelmesindeki temel gıdayı topraktan yarattığı sırada” mânalarıyla da açıklanmıştır. Âyetin devamında kişinin anne karnındaki devresinden söz edilmesi, bu ifadelerle Allah Teâlâ’nın, insanları kendilerinin dahi bilemedikleri, hatırlayamadıkları dönemleriyle bildiğine dikkat çekmenin amaçlandığını göstermektedir. Günahlardan ve çirkin fiillerden kaçınma çabası göstermenin önemine ve yüce Allah’ın bağışlamasındaki enginliğe değinildikten hemen sonra yaratılış kanununa değinilmesi, insanın Allah’ın ilmi ve kudreti karşısındaki aczini iyi kavraması, kendisinin günahsız olabileceği gibi bir yanılgıya ve benlik iddiasına asla kapılmaması için yapılmış bir uyarı anlamı taşır. Nihayet “Kimin günahtan sakındığını en iyi bilen O’dur” anlamına gelen bir cümleyle her bir fert hakkındaki bilginin Allah katında mevcut olduğu, kimsenin ecrinin zayi olmayacağı, dolayısıyla insanların kendi iyiliklerini başka insanlara onaylatma ihtiyaçlarının bulunmadığı veya bu iyiliklerin değerini bulması için kendilerini anlatmaları, övmeleri gerekmediği hatırlatılmış olmaktadır (bu konuya ışık tutan bir olay ve Hz. Peygamber’in bir değerlendirmesi için bk. Ahkaf 46/9). Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 172-173

Necm Suresi 33-35. Ayet Tefsiri

Tefsirlerde bu âyetlerin bazı müşriklerin dönek ve tutarsız tutumlarını gösteren olaylarla ilgili olduğuna dair rivayetlere yer verilmekle beraber bunların sağlam haberler olmadığı anlaşılmaktadır; ayrıca olayların kurgusunda Kur’an’ın ilkelerine göre izahı kolay olmayan unsurlar bulunmaktadır. 34. âyetteki “kesen” diye tercüme edilen ekdâ kelimesi “sertleşme, katılaşma” mânasında aşırı cimriliği belirten kinâyeli bir anlatım olup bununla –bazan merhamete gelse de– dünya ve mal tutkusundan kurtulamayan, katı ve dayatmacı bir tavırla hasisliğini sürdürenler eleştirilmektedir (rivayetler için bk. Taberî, XXVII, 70-71; rivayetler ve eleştirileri için bk. Ateş, IX, 129-131) . Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 175

Necm Suresi 36-54. Ayet Tefsiri

Önceki âyetlerde eleştirilen tavır vesilesiyle, o sırada muhatapların hakkında en fazla bilgiye sahip oldukları peygamberlerden Hz. İbrâhim ve Hz. Mûsâ’ya indirilen vahiylerin özüne değinilmektedir. Bu âyetlerin ilk kısmında (38-42. âyetlerde) hatırlatılan ilkeler ve bilgiler –konuya ilişkin başka naslar da dikkate alınarak– şöyle açıklanabilir: a) Sorumluluk: Kur’an’da değişik vesilelerle belirtildiği üzere, suçların ve cezaların şahsîliği esastır; –istese de– kimse başkasının günahını yüklenemez. b) Kesp: Herkes bütün sırlarını ve inceliklerini bilemeyeceğimiz bir sınav düzeni içinde iradî seçimler yapmak durumundadır. c) Hesap verme: Dünya hayatında iradî seçimle yaptığı her iş mahşer günü insanın önüne konacak, iyilik ve kötülükleri görülecek, bu konuda tamamen âdil bir yargılama yapılacaktır. d) Karşılık verme: Sözü edilen yargılamanın sonunda herkese yaptıklarının karşılığı tastamam verilecektir. e) Nihaî takdir: Yapılanların karşılığı verilirken kimsenin en küçük bir haksızlığa uğratılmayacağı kesin olmakla beraber, ilâhî lutuf ve bağışlama hususu Allah’ın mutlak iradesine bağlıdır; bu konuda mümine düşen, ümitvar olmak, ama buna güvenerek gevşeklik göstermemektir. 39-40. âyetler dürüstlükle çalışıp çabalamanın, alın teriyle kazanmanın Allah nezdindeki değerine de işaret etmektedir. 43-49. âyetlerde insanın hayat-ölüm çizgisi içinde cereyan eden her oluşun ve genelde evrende olup biten her şeyin Allah Teâlâ’nın irade ve kudretine bağlı bulunduğunu gösteren örnekler verilmekte; 50-54.âyetlerde de inkârcılıkları sebebiyle helâk edilen bazı eski toplumların başına gelenler hatırlatılmaktadır. 47. âyette geçen ve “öteki yaratma” diye tercüme edilen “en-neş’etü’l-uhrâ” tamlaması genellikle “öldükten sonra diriltme” mânasıyla açıklanmıştır. Râzî, önceki âyetlerde insanın yaratılışından söz edilmesini ve başka bazı delilleri dikkate alarak bu tamlamayla, cenine ruhun üflenmesine işaret edilmiş olabileceği kanaatine ulaştığını belirtir (XXIX, 21). 48. âyet “Zengin eden de O’dur, yoksul kılan da” şeklinde de anlaşılmıştır (Şevkânî, V, 135). 49. âyette geçen Şi‘râ, bazı Arap kabilelerinin şans kaynağı saydıkları, bahtlarını kendisine bağladıkları ve bu sebeple taptıkları en parlak yıldız olarak anlaşılmıştır. Batı dillerinde yazılan meâl ve tefsirlerde, Şi‘râ karşılığında genellikle “Sirius” kelimesinin kullanılması da bu anlamdan hareketle yapılmış bir çeviridir (meselâ bk. Arthur J. Arberry, The Koran, s. 552; Hamidullah, Le Saint Coran, s. 528). Sirius, dilimizde Akyıldız veya Şuarayıyemânî olarak bilinen ve Büyükköpek takım yıldızı içinde yer alan en parlak yıldızın adıdır. Öyle anlaşılıyor ki, âyette Allah’ın Şi‘râ’nın da rabbi olduğu belirtilerek, bir tür şirk olan ve yukarıda değinilen telakkilerin temelden yıkılması hedeflenmektedir. 53. âyette geçen “altı üstüne getirilmiş şehirler” genellikle, Lût kavmi ve oturdukları yerler şeklinde açıklanmıştır; fakat benzer felâketlere uğratılarak ilâhî cezaya çarptırılmış bütün toplumların kastedilmiş olması da muhtemeldir (Râzî, XXIX, 24). Kaynak :

Necm Suresi 55-62. Ayet Tefsiri

Bunca nimet, hatırlatma ve uyarıya rağmen Allah’ın birliğini ve âhiret hayatının varlığını tartışma konusu yapma küstahlığını gösteren, Kur’an’ın verdiği bilgi ve çağrılar karşısında akıl ve iz‘anı harekete geçirmek yerine gaflet içinde oyalanmaktan haz alanlar eleştirilmektedir. Buna rağmen 62. âyette kısa ve etkileyici bir ifadeyle herkes Allah’a kulluk etmeye ve O’na olan saygısını belli etmeye çağırılmakta, böylece sûre asıl mesajın tekrar edilmesiyle bitirilmektedir.56. âyeti “Bu, önceki uyarılar gibi bir uyarıdır” şeklinde de çevirmek mümkündür. Burada Hz. Muhammed’in, Kur’ân-ı Kerîm’in, önceki toplumlar hakkında verilen haberlerin veya müteakip âyette yer alan kıyamet uyarısının kastedildiği yönünde yorumlar yapılmıştır. 57. âyette kıyametin her an biraz daha yaklaştığı uyarısı yapıldıktan sonra 58. âyette onu Allah’tan başka açığa çıkaracak veya onun zamanını ve nasıl olacağını bilecek yahut onu engelleyebilecek kimse bulunmadığı bildirilmektedir (Şevkânî, V, 136; Elmalılı, VII, 4615). Âlimlerin çoğunluğuna göre son âyette secde etmek gerekir. Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 176-177

Necm Suresi Hakkında

Mekke döneminde İhlâs sûresinden sonra nâzil olmuştur. Tamamının veya bir kısmının Medine devrinde indiği ileri sürülmüşse de bu görüş mevcut rivayetler ile sûrenin üslûp ve muhtevası göz önünde bulundurularak itibar görmemiştir (Muhammed b. Ahmed el-Kurtubî, XVII, 55). Adını sûrenin başında yer alan necm (yıldız) kelimesinden alır; “Ve’n-Necm” sûresi olarak da isimlendirilir. Altmış iki âyet olup fâsılası “ا، ة، ن، و، ى” harfleridir.

İslâm akaidinin üç temel ilkesini oluşturan -sûredeki sıraya göre- nübüvvet, tevhid ve âhiret hayatını konu edinen Necm sûresinin muhtevasını bu çerçevede incelemek mümkündür. Hz. Muhammed’in hak peygamber, Kur’an’ın da vahiy ürünü olduğunu bildiren birinci bölüm, -verilecek mesaja dikkatçekmek amacıyla- hem Kur’an’ın ilk muhatapları olan Araplar hem de sonraki insanlar için önemli bir gök cismi sayılan yıldıza yemin etmekle başlar. Ardından yakınlık ve ülfet vesilesi olması için “arkadaşınız” diye nitelendirilen Hz. Peygamber’in müşriklerin iddiasının aksine doğru yoldan sapmadığı belirtilir. Onun tebliğ ettiği hususların kendi duygu ve düşüncelerinin ürünü değil Cebrâil vasıtasıyla gönderilen ilâhî vahiy olduğu vurgulanır. Resûlullah’ın Cebrâil ile olan ilişkisine temas edilerek bu konuda tartışmaya girmenin gereksizliği belirtilir (âyet: 1-18). İkinci bölümde şirk inancı ele alınarak o dönemde tapınılan ve Allah’ın kızları kabul edilen putlardan (Taberî, XXVII, 77) Lât, Uzzâ ve Menât’ın adı zikredilir. Daha sonra, kız babası olmayı kendilerine yakıştıramayan putperestlerin dişi tanrılara ibadet etmelerinin mantıksızlığına değinilir ve onların insanlara hiçbir fayda sağlayamayacağı ifade edilir (âyet: 19-26). Sûrenin üçüncü bölümü dünya hayatından başka hiçbir emeli olmayan, kesin bilgiden yoksun olup sadece zan ve tahmine dayanarak âhireti inkâr edenlerin melekleri dişi kabul edip bu vasıfta gördükleri putlara tapındıklarının tesbitiyle başlar. Ardından bütün kâinatın mülkiyet ve tasarrufunun Allah’a ait olduğu, insan türünü yaratan, üreme kanununu koyan Cenâb-ı Hakk’ın kişileri dünyada yaptıkları davranışlardan sorumlu tutacağı ifade edilir ve bunun Hz. İbrâhim’den beri tebliğ edilen ilâhî bir hüküm olduğu hatırlatılır. Hz. Nûh’tan itibaren Allah elçilerinin mesajlarına karşı çıkanların helâke mâruz bırakıldığı anlatılır ve bunun herkes için bir uyarı ve ibret vesilesi olduğu vurgulanır. Aslında kıyamet gününün yaklaştığı, fakat zamanını Allah’tan başka kimsenin bilmediği ifade edilir (âyet: 27-58). Sûrenin son âyetlerinde Kur’an’ın vahiy ürünü olduğunu ortaya koyan başlangıçtaki konuya vurgu yapılarak müşriklere hitap edilir, onların bu ilâhî kelâm karşısında şaşkınlık veya lâubalilik göstermemeleri gerektiği anlatılır; müşrikler artık putlara değil Allah’a secde etmeye ve O’na tapınmaya çağrılır (âyet: 59-62).

Necm sûresinde ele alınan konular etkileyici ifadelerle insanların zihnine ve gönlüne yerleştirilir. Kaynakların belirttiğine göre bu sûre nüzûl sırasına göre içinde secde âyeti bulunan ilk sûredir. Hz. Peygamber sûreyi okurken son âyetindeki emir gereğince kendisi secde etmiş, okuyuşunu duyanlar da secde etmiştir (Buhârî, “Tefsîr”, 53/4; Müslim, “Mesâcid”, 105; Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr, VI, 445). Bazı tefsir kaynaklarında yer alan, Necm sûresini okuyan kimseye Mekke’de Muhammed’i tasdik veya inkâr eden her kişiye mukabil on sevap verileceğine dair hadisin (meselâ bk. Zemahşerî, IV, 35; Beyzâvî, IV, 211) mevzû olduğu kabul edilmiştir (Muhammed et-Trablusî, II, 722).

Necm sûresi üzerine yapılan çalışmalardan bazıları şunlardır: Fevzi Efendi, Kudsiyyü’l-irfân fî tefsîri sûreti’n-Necm mine’l-Kur’ân (İstanbul 1304); Mustafa Abdülfettâh Ahmed Âmir, Sûretü’n-Necm: Tefsîr ve dirâse (Kahire 1415/1994); Muhammed Ömer el-Mûrîtânî, el-Üsüsü’l-Ǿaķāǿidiyye ve’t-teşrîǾiyye ve’l-aħlâķıyye kemâ tüśavviruhâ sûretü’n-Necm (doktora tezi, 1403/1983, Câmiatü ümmi’l-kurâ [Mekke]).

BİBLİYOGRAFYA:

Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “ncm” md.; Buhârî, “Tefsîr”, 53/4; Müslim, “Mesâcid”, 105; Taberî, CâmiǾu’l-beyân (nşr. Sıdkī Cemîl el-Attâr), Beyrut 1415/1995, XXVII, 77; Vâhidî, Esbâbü’n-nüzûl, Kahire 1379/1959, s. 226-227; Zemahşerî, el-Keşşâf (Beyrut), IV, 27-35; Muhammed b. Ahmed el-Kurtubî, el-CâmiǾ li-aĥkâmi’l-Ķurǿân, Beyrut 1408/1988, XVII, 55; Beyzâvî, Envârü’t-tenzîl, Beyrut 1410/1990, IV, 211; Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr, Tefsîrü’l-Ķurǿâni’l-Ǿažîm, Beyrut 1385/1966, VI, 445; Muhammed et-Trablusî, el-Keşfü’l-ilâhî Ǿan şedîdi’ż-żaǾf ve’l-mevżûǾ ve’l-vâhî (nşr. M. Mahmûd Ahmed Bekkâr), Mekke 1408/1987, II, 722; J. van Ess, “Vision and Ascension: Surat al-Najm and its Relationship with Muhammad’s Mi‘raj”, Journal of Qur’anic Studies, I/1, London 1999, s. 47-62; Mehmet Akif Koç, “53/Necm Sûresinin Tefsirinde Bazı Tarihî Sorunlar Üzerine”, İslâmiyât, VI/1, Ankara 2003, s. 165-171; Mahbûbe Müezzin, “Sûre-i Necm”, DMT, IX, 385.

M. Kâmil Yaşaroğlu


Bu sayfayı sevdiklerinle paylaşarak bize destek olmak ister misin?

TwetlePaylaşPinterestRedditTumblrLinkedin

Necm Suresi ile ilgili yorum yap




Creative Commons Lisansı
Bu eser Creative Commons Atıf-AynıLisanslaPaylaş 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır. Suresi.com.tr - 2020